Dükkândan çıktığımda; bir elimde çanta, diğer elimde yaşlı amcanın bana hediye ettiği çakmağa benzeyen şey. Heyecandan ölüyordum sanki…

Gecekondu mahallesinde, eğlenceli, dolu dolu geçen çocukluğum sonrası, daha üniversite bitmeden girdiğim ilk kurumsal resmi işimde böyle bir olayla karşılaşmam; bana, yıllarca anlatacağım unutulmaz anılarıma bir tanesini daha ekleme fırsatı sunmuş oldu.

1992 Yılının yaz dönemiydi. 3.Sınıfın sonuna doğru, okulun ana panosuna asılı “Pamukbank, eleman arıyor!” ilanı, hayatımın önemli dönüm noktalarından biri olmuştur. Bahsettiğim zamanlar, bankacılığın yeni yeni geliştiği, kredi kartının bazı önemli kişilerde bulunduğu dönemlerdi. Ben de, bankacılık hayatıma bu “genç” bankanın kredi kartı satış ekibine dâhil olarak başladım.

İlk görev yerim olan Kızıltoprak Migros’a her sabah; Okmeydanı - Şark Kahvesi’nden, önce Mecidiyeköy, sonrasında oradan aktarma yaparak Üst Bostancı otobüsü ile ulaşıyordum. Bankanın Migros Kart’ını tanıtıyordum market müşterilerine.

Yine yaz günlerinden biriydi. O gün öğlene kadar süpermarkette standımın başında kaldım. Öğle yemeğinden sonra, kredi kartı satmak için dışarı çıkıp, civardaki küçük esnafı dolaşmaya karar verdim. Elimde çanta, ana caddede apartmanların katlarındaki irili ufaklı dükkânlara girip çıkıyordum.

Birkaç dükkân sonra girdiğim ufak yerde sandalyede oturuyordu; saçları bembeyaz, yaşlı tonton amca. Tuhafiyeci gibi bir yerdi. Tonton amcanın önünde küçük bir masa, raflarda paket paket çoraplar, hediyelik ufak eşyalar vardı. Oturduğu yerden kalkmadan, elini uzatarak paketleri çıkarabilecek şekilde, küçük bir dükkândı.

Hemen beni masanın önündeki küçük tabureye oturttu. İş güç derken sohbeti koyulaştırdık. Yarım saatten fazla oturdum. Sohbetin sonuna doğru, elini uzatıp çorapların yanından bir paket çıkardı. Kapağını kaldırdı. İçinde çakmaklara benzeyen, yan yana düzgün şekilde dizili şeyleri gösterdi. “Bak çocuğum, eskiden bunların ithalatını yapardık. Elimde sadece bu kutudakiler kaldı. Bunlara sprey deniyor. Etraf, hırsız eşkıya kaynıyor, olur da yolda başına bir bela gelirse, bu spreyi o kişinin yüzüne sıkarsın ve kaçar kurtulursun. Al bir tane sana hediye edeyim. Ama dikkatli kullan, iyi sakla, yasak bu tür şeyler artık!” dedi.

Benim gibi, çocukluğu maceralı geçen biri için bu hediye inanılmaz derecede heyecan vericiydi. Spreyi hemen aldım, çok teşekkür ederek ayrıldım dükkândan. Bir daha da o tonton amcayla görüşemedik. Muhtemelen hayatta değildir. Allah rahmet eylesin.

Spreyi kısa kollu gömleğimin cebine kalem takar gibi koymuştum. Sık sık, kimselerin görmediğine emin olduktan sonra çıkarıp merakla inceliyor, bir silahın namlusunu üfleyip kınına koyar gibi spreyin ucuna üflüyor ve gülümseyerek kınına (gömleğimin cebine) sokuyordum.

Birkaç gün bu şekilde geçti. Ama benim için zaman hiç de hızlı geçmiyordu. Evde, okulda, iş yerinde sık sık spreyi çıkarıp hayaller kuruyor, o günkü ruh durumuma göre ya bana saldıran bir grup serseriyi ya da eve dönen kızın elinden çantasını çalan şanssız bir hırsızı alt ediyordum tek başıma. Hepsi mutlu sonla bitiyor, batan Güneş’e doğru elimde çanta yeni maceralara atılıyordum sürekli.

Bir defasında dayanamadım, evimin bahçesinde otururken şeytana uydum ve spreyin kafasına parmağımla usulca bastım, “pısst” diye çıkan sesle birlikte beyaz renkli bir gaz püskürdü ucundan. Rüzgârın da etkisiyle o gaz suratıma doğru gelince kıyamet koptu sanki. Nasıl bir acı, nasıl bir yakıcı etki bıraktı anlatamam. Çığlık çığlığa kapının önündeki çeşmeye koştum, dakikalarca yıkamama rağmen etkisi çok zor geçti, saatlerce gözlerimden ve burnumdan acısı çıkmadı. Bu küçük denemeden sonra herkesçe bilinen atasözü, artık bende farklı şekilde telaffuz edilmeye başlayacaktı; “Rüzgâra karşı sprey sıkılmaz!”

O yıllarda belediye otobüsleri Leyland, İkarus, MAN gibi markalardan oluşuyordu. Çocukluğumuzun önemli bölümü bu otobüslerde geçerdi. En çok Leyland’ları severdim. Arka kısmında koltuk olmaz, geniş bölümde ayakta rahatlıkla durabilir, demirlerden tutunarak yolculuk edebilirdik. Hatta arka kapının yanında, tek kişinin girebileceği kadar, demirle çevrili bir bölme vardı ki, boşsa muhakkak oraya girer, kimselere dokunmadan rahat rahat yolculuk ederdik.

O gün akşamüstü Kızıltoprak’tan Şark Kahvesi’ne doğru yola koyuldum. Şişli’den Örnektepe - Kabataş otobüsüne binmiş, Leyland’ın en arka bölümünde, sırtımı cama dayamış ayakta geliyordum.

Otobüs tıklım tıklım doluydu. Orta sıraların sonuna kadar kadınlı erkekli şekilde yoğun, en arkada benim bulunduğum geniş alan ise nispeten daha rahattı. Benimle birlikte yaklaşık 10-15 kişi vardı arkada. Bu kişilerden 4-5 tanesi arkadaş grubuydu ve sürekli bağırarak konuşuyor, birbirlerini itip kakıp küfürlü sözlerle şakalaşıyorlardı. Oldum olası sevmezdim bu tipleri. Konuşmalarında küfür eksik olmaz, hatta en kötü küfürlerini, cümlelere bağlaç olarak kullanırlardı. O kadar rahat konuşuyorlar ki; yanında kim var kim yok, bayan mı var çocuk mu, umurlarında olmazdı bunların.

İşte benzer tipler aynı şekilde bir araya gelmiş, otobüste bağıra bağıra konuşuyorlardı. Bunların 3-4 tanesi benim yaşlarda, bir tanesi benden büyük gibiydi. Diğer yolcuların da bunlara kötü kötü baktıklarını, kendi kendilerine söylendiklerini çok rahat şekilde anlayabiliyordum. Bende de günlerdir devam eden macera eksikliği kendini göstermeye başlamıştı. Serseri kılıklı tiplere yan yan bakarken, aynı zamanda elimle gömleğimin cebini yokluyor, birazdan meydana gelecek olayın baş aktörü olan silahımı sık sık kontrol ediyordum,

Artık kararımı vermiştim. Tonton amcamın bana hediye ettiği, ama ısrarla dikkatli olmamı tembihlediği spreyi kullanma zamanı gelmişti. Şimdi olsa, yapar mıydım bilmiyorum. Ama o çocukluğu yaşamış biri olarak, benden başka türlü davranmamı beklemek çok şaşırtıcı olurdu.

Otobüs tam olarak, Darülaceze’yi geçmiş, Okmeydanı otobüs durağına doğru ilerliyordu. Küfürlü konuşmaların dozu arttığı anda birden kendimi tutamayarak serseri grubuna bağırmaya başladım; “Kardeşim ne biçim insanlarsınız siz, hiç mi terbiye yok sizde, bakın otobüste çoluk çocuk var, kadınlar var, ne biçim konuşuyorsunuz siz!”. Otobüsün arka tarafında kısa bir sessizlik oldu, derken bize yakın koltuklardan birinde oturan bir kadın da bana eşlik etti; “Doğru söylüyor beyefendi (bu ben oluyorum). Hiç aile terbiyesi almadınız mı siz, ne biçim konuşuyorsunuz, her iki kelimeden biri küfür! Yazıklar olsun sizi doğuran analara!” (Son cümleyi söylemeseydi iyi gidiyordu aslında).

Otobüste homurdanmalar yükselmeye başlamıştı. Serseriler bana dönmüş el kol hareketleriyle, küfürlerle tehdit etmeye başlamışlardı; “Sen kimsin lan! Sen mi terbiye vericen bize! Nerde inicen bakiiim sen? Ahmieet, bunu inince gebertelim. Sen Anadolu’da in (Anadolu Kahvesi), arkadaşları topla hemen gelsinler Şark Kahvesi’ne!”.

Ben o gün otobüste hiç sesimi çıkarmadan yoluma devam etseydim eğer, bugün bu hikâyeyi anlatmıyor olacaktım sizlere. Hoş, zaten başka bir şeyler anlatıyor olurdum muhakkak. Ama otobüste, ama vapurda geçen bir hikayem olurdu muhakkak. Neyse, “Olacağı varmış!” diyelim ve devam edelim.

“Şark Kahvesi’nde İneceğim!” derken, birazdan olacakları düşünüyor, göğsümde duran şeyden habersiz bana sözle saldıran çocuklara bakıyordum ki, o an olanlar oldu birden! Cebimden çıkardığım spreyi çocuklara doğru tutarak, var gücümle bastım tepesine!

Evet, öyle bir köklemişim ki spreyi, içinde ne gaz kaldı, ne de jel. Bütün zehrini kusturdum sanki ufacık tüpün.

İşte o andan itibaren zaman durdu sanki. Ağır çekimde ilerliyor saniyeler. Nasıl ki suyun altında duyarsanız sesleri, o şekilde duyuluyor konuşmalar, uğultu şeklinde, ağır ağır dönen plağın veya pili bitmeye başlayan oyuncak bebeğin çıkardığı ses gibi.

Koca otobüsün için bembeyaz bulutla kaplandı. Göz gözü görmüyor, derin bir sessizlik. 10-15 saniye içinde oluyor bütün bu olaylar. Derken beyaz toz bulutu yavaş yavaş iniyor aşağılara, dağılıyor pencerelerden, açılan kapılardan.

Zaman artık ilerlemeye başladığında; içeride, benden başka bir Allah’ın kulunun kalmadığını görüyorum. Bir ben varım, yaslanmışım demir çubuklara, tek başıma bakıyorum otobüsün içinde bir sağa bir sola. Rüyadan uyanmış gibiyim, en ufak bir fikrim yok ne olduğundan. İçerideki kalabalık nerede, ben neredeyim!? Sonra kendime geliyorum. Alıcı gözlerle kontrol ediyorum her yeri. Bir de bakıyorum; bütün otobüs ahalisi dışarıda, beni seyrediyor.

Sonra teker teker bindiler otobüse, yanıma geldiler. Şaşkın bakışlarla ne olduğuyla ilgili cevap bekliyorlar. Kafalarındaki onlarca soru işaretini çıplak gözle görebiliyordum o an. Çengelleri birbirine dolanmış, onlarca soru işareti…

“Valla ben de anlamadım! Olanları gördünüz, kargaşada içlerinden birisi bana bıçak çekti. Ben de kendimi savunmak için bu spreyi kullanmak zorunda kaldım”. Bir elimde boş sprey tüpü, abartılı şekilde kendimi haklı çıkarmanın yollarını arıyorum. Etrafımdakiler, yine aynı soru işaretleriyle elimdeki garip şeye kilitlenmiş, söylediklerimle o garip şey arasında ilişki kurmaya çalışıyorlar.

Her kafadan bir ses;

“Niye söylemediniz bana, hemen karakola çekerdim otobüsü, kaçamazlardı serseriler!”.

“Üç dört kişi, yüzlerini tutarak ok gibi önümüzden geçtiler!”

“Elleriyle yüzlerini kapatıyorlardı, serseri hepsi!”

“Abi o ne elindeki, bakabilir miyim?”

Çocuğun söylediği çok hoşuma gitmişti. Önüne doğru uzatıp gösterdim spreyi. Çocuğun göz bebekleri nasıl büyüdü bir anda. O da unutulmaz bir olay yaşamış oldu.

Sonra sprey tüpünün ucuna üfleyerek, gömleğimdeki yerine gururla koydum. Günlerdir beni kıvrandıran şey sonunda gerçekleşmişti.

En çok da o çocukları düşünüyorum aslında. Neler yaptılar sonrasında, ne düşündüler olay hakkında? Bu yazımı okusalar, onca zaman geçmiş olmasına rağmen hatırlar mıydı olayı? Kim bilir belki onlar da anlatıyorlardır arkadaşlarına benim size anlattığım gibi;

“Sene 92 miydi, 93 mü tam hatırlamıyorum. Okmeydanı’nda, otobüsteyiz 5-6 kişi, serserinin biri cama yaslanmış, cebinde çakmağa benzer bir şey. Nereden bilebilirdik ki…”