22 kilometrelik yürüyüş, bir gün sonra ancak altın saatin sonunu yakalayabilmemize neden olmuştu. Bungalov evlerimizden dışarı çıktığımızda Sebla'nın sesiyle ona yönelmiştik. Sebla havuz kenarında oturmuş, yüzünde hayranlıkla gördüğü manzarayı bize anlatıyordu.

Doğa, mavinin bütün tonlarını kullanarak havuzun masmavi suyunu uzaktaki deniz ile bütünleştirmiş, denizi ise gökyüzü ile ufukta buluşturmuştu. Sebla'yı ise altın saate bize göstermesi için görevlendirmişti.

Her zaman sakin bir deniz gördüğümde, ayaklarımın ıslanmadan yürüme hayalini kurardım. Bu manzara, hayalimin gerçeğe dönüşmesi için sanki beni bekliyordu. Zihinlerimizi zenginleştirmek amacıyla aynı zamanda da bu anı daha sonra yeniden yaşamak için telefonlarımızın kameralarına poz vererek ölümsüzleştirdik. Ardından, muhteşem manzara karşısında yoga yaparak yorgunluğumuzu vücudumuzdan uzaklaştırdık.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra 19 km’lik Likya yolu yürüyüş rotamızı Altuğ bize anlattı. Daha sonra çantalarımızı yükledik ve yolumuza koyulduk. Hücrelerimizin bildiği, fakat şehrin karmaşasından unuttuğumuz insanî özelliklerimiz ortaya çıkmaya başlayınca doğa ile bütünleşmiştik.

Özelliklerimiz ortaya çıktıkça daha huzurlu ve daha sakin davranıyor, etrafımızı meraklı gözlerle keşfediyor ve birbirimize sorular soruyor ve Likyalıları düşünüyorduk. Denizden 900 metre yükseklikte ağaçların yol kenarlarında kayalara kök salarak bize yol yapmış olması, onlara saygı duymamıza ve teşekkür etmemize sebep oluyordu.

Burcu yolda bulduğu köpeği besleyince ekibimiz 9 kişi oldu. O da bizim gibi sanki Likya yolunu ilk kez yürüyormuş gibi davranıyor. Her baktığımız şeye merakla bakıyor ve bende anladım der gibi yüzümüze bakıyordu.

Saat 12 gibi Alınca Köyü'ne vardık. Köy, tepenin alnında olduğu için bu isim verilmiş. Köyün konumu rüzgarlı günlerde ismini insan zihnine iyice yerleştiriyordu.

Alınca Köyü'nde suyun yok denecek kadar az olduğunu görmek, bir an gelecekte yaşayacağımız susuz günleri zihnimde canlandırdı ve korktum. Öğle yemeği yediğimiz köy evinde, tarlasından su çıkan bir kişiden tankerlerle su satın alarak yaşamlarını devam ettirdiklerini öğrendik.

Rüzgarın sesiyle o yöreye ait yemeğimizi yedikten sonra çaylarımızı yudumladık ve yola koyulduk. Alınca Köyünden aşağı inerken bu yolda Likyalıların nasıl ticaret yaptığını ister istemez sorguluyorsunuz.

Çünkü eğim yok denecek kadar az ve her yer kayalık. Altuğ bize rotanın bazı yerlerde manzaranın güzelliklerine göre rehberler tarafından değiştirildiğini ve birçok rota olduğunu söyledi. En çok batona ihtiyaç duyduğumuz yer, sanırım burası oldu.

Birinci gün 22 km yürüdükten sonra ikinci gün 19 km yürümek çok yormuştu beni. Özellikle akşamüstü Ge köyüne yaklaştıkça yollar bitmeyecek gibi hissetmeye başladım. Rüzgarın da karşıdan iyice şiddetlenmesi bu duyguyu iyice güçlendiriyordu.

Vücudumun her bir hücresi ağrıyor ve kalacağımız yere bir an önce varmak istiyordum. Ge köyüne rüzgarla birlikte vardık ve bir an önce odalarımıza çekilip dinlenmeyi iple çekiyorduk. Fakat kaldığımız pansiyonun özelliği bütün yorgunluğumuzu almıştı. Lüks değil fakat çok temiz bir yerdi. Sobanın sıcacık ev ortamı anlam yüklediği bir ortamda yemek yemiş ve vampir oyunumuzu oynamıştık.

Sabaha kadar rüzgarın kızgın sesi bize yorgunluğumuzdan dolayı ninni gibi gelmişti. Fakat yürüyeceğimizi düşündüğümüzde ninni yerini işkenceye bırakıyordu. Sırtımızdaki çantaların içine bir de rüzgar eklemek zorunda kalıyorduk. Bu nedenle yağmur yağması için dua ediyorduk. Fakat doğa, o gün de bize rüzgarla saygı duymadığımızı anlatmaya çalıştı.

Fakat biz yaşadığımız lüks hapishanemizde onu anlayamıyorduk. O da kendini bizlere anlatmak zorunda hissediyordu. Kimi zaman sellerle, kimi zaman depremlerle, kimi zaman yersiz yağmurlarla bize derdini anlatıyordu. "Bizim birbirimize ihtiyacımız var. Ben sizin ihtiyacınıza cevap veriyorum, ya siz?" diyordu. Fakat biz kendi gürültümüzden onun sesini duymuyor veya duyuyor fakat anlamıyorduk, çünkü dinlemeyi bilmiyorduk.