Biz kendimizi bildik bileli hayatımızın belirleyici unsurlarının başında siyaset gelmektedir.

Sabah uyandığımız anlardan gece uyumak için tekrar başımızı yastığa koyduğumuz andan itibaren aldığımız her nefeste, attığımız her adımda belirleyici unsur siyasettir, bu nedenle siyaseti iyi yapanlar olağanüstü güzellikle bir hayat sürerken bizim gibi siyasetin sesinden anlamayan birisi içinde ömür “Ah-Vah” etmekle geçip gidiyor..

Bu saikler dolayısı ile bizim memlekette siyasetçi çok önemlidir, günün 24 saatinde yazılı-görsel-sesli-internet gibi hangi medya kuruluşu varsa tamamında siyasetçiler arz-ı endam ederler, bu görüntüler vesilesi ile siyasetçilerin isimleri milyonlarca vatandaş tarafından nerede ise ezbere bilinir.

Hal böyle olunca bu memlekette Cumhurbaşkanının, Kabinedeki Bakanların özellikle de siyasi parti genel başkanlarının isimlerini bilmemek son derece ayıp sayılır, Avrupa Ülkelerinde yaşayan vatandaşların aynı pozisyondaki siyasetçilerin tamamını tanımamaları karşısında yıllar yılı “Avrupa’da yaşayan insanlarda akıl yok, daha ülkeyi yöneten Başbakanın ismini bile bilmiyorlar” şeklindeki düşüncelerimizin de bizi “önemli adam” pozisyonuna soktuğunu sandığımız günleri biliyoruz.

Oysa “Sizin Ülkenin Başbakanı kimdir.?” diye sorulan Avrupalı “Başbakanın kim olduğunun ne önemi var, bizim ülkemizde zaten yıllar yılı saat gibi işleyen bir sistem var, Başbakan’a da düşen bu sistemin başında bulunarak bizim hayat standardımızı bulunduğumuz noktadan daha yukarılara çıkarmak olmalıdır, dolayısı ile ismin hiçbir önemi yoktur” cevabının üzerinde ittifak edebilmek için ömrümüzden epey bir zamanın geçmesi gerekiyormuş ta bizim haberimiz yokmuş.

12 Eylül 1980 ihtilalini bir tarafa bıraktığımızda 1980’li ve 1990’lı yılları “ideolojik siyasetin” en yoğun olarak yaşandığı dönemler olarak kabul etmek gerekiyor, Her ne kadar 12 Eylül 1980 öncesinin can yakan süreci unutulmamış olsa da “siyasal ideoloji” İki binli yıllara kadar hayatımızın en belirleyici unsuru olmuştu.

12 Eylül ihtilali sonrası her ne kadar iktidarda kendilerini “Merkez partiler” olarak tanımlayan siyasal oluşumlar gelse de o partilerin iskeletini de Milliyetçi yada Muhafazakar tabanlı siyasetçiler oluşturuyordu.

1990’lı yıllara gelindiğinde İdeolojik partilerin başındaki liderler “Merkez Partilerde” siyaset yapan arkadaşlarına “Yeter artık ideolojisini benimsemediğiniz partilerde dolaştığınız hadi bakalım evinize dönün” şeklinde çağrı yapıp bu çağrıya da “eski dostlar” olumlu cevap verince ideoloji partileri de sıra ile iktidar olmaya başladılar.

1995 yılında RP’nin 1999 yılında da MHP’nin iktidar koltuğuna oturması ile artık kendisini siyasetin en sağından en soluna kadar istediği yerde tanımlayanların tamamı bir şekilde iktidar yada iktidar ortağı olunca mesele bir başka açıdan ele alınmaya başladı.

03 Kasım 2002 tarihi itibarı ile “Siyasal İdeolojinin” son temsilcisi AK Parti iktidara geldikten sonra her ne kadar bünyesinde “Milli Görüş” geleneğinden gelen çekirdek bir kadroyu sürekli muhafaza etmiş olsa da daha çok “ Liberal dünya görüşüne” sahip siyasetçilerin AK Partiyi sırtlayıp götürdüğüne şahit olduk.

Türkiye bu süreçte her ne kadar siyaseten Ortadoğu ülkeleri ile “flört” durumu yaşıyor gibi görünse de 2002-2007 yılları arasında  “ilk aşkı” olan Avrupa Birliğini asla unutmadı ve o birliğe ulaşabilmek için kendisine sunulan ödevleri tek tek yerine getirmeye başladıysa da sonraki dönemlerde AB'ye katılma çalışmaları tamamen terk edildi.

Avrupa Birliği bünyesinde bulunan ülkelerinin yaşam standardı ile Ortadoğu’yu karşılaştırmak bir kere eşyanın tabiatına aykırı,

Demokrasinin tam olarak işlediği bu ülkelerde insanların yaşadığı rahat hayat dünyada var yaşayan milyarlarca insanın ortak özlemi oluyor.

Avrupa Birliğine adım atma çabasındaki Türkiye’nin yapması gereken ödevleri veren öğretmenlerin birinci talebi “Siyasetten arının, hayatınızı siyasete göre dizayn etmeyin, Adam kayırmacılığı bırakın eğer bir insan bir göreve talipse o siyasi görüşüne göre değil, bilgisine, tecrübesine göre göreve kabul edilsin” şeklinde olmuştu.

Teknoloji geliştikçe, Türk insanı da gelişen bu teknoloji ve iletişim araçları ile Batı’da ki yaşam tarzını gördükçe daha üst noktada bir hayat için siyasete gerek olmadığını, gerekli olan argümanın bilgi-tecrübe ve teknolojiyi olduğunun farkına varıyor.

Türkiye ,herhangi bir İlköğretim okuluna bile asgari ücretle “Hizmetli” alınacak olduğunda bile devreye giren siyasetten kurtulmanın, kayırmadan uzak kalmanın mücadelesini verirken Avrupa Birliğinin verdiği ev ödevleri ile “ Bayat yumurta yemek, Teknolojiden uzak yaşamak, ve 14 kişilik minibüslere 25 kişi binmek” gibi hayatını zorlaştıran kötülüklerden kurtulmuş olacaktı.

Bugün işe alımlarda, atama ve tayinlerde dikkat edin hep siyasetin gölgesinde yapılıyor, bilgi teknolojileri sayesinde “ Adama göre iş” döneminin kapanması gerekip  “İşe göre adam” felsefesinin hayata geçirlimesi bekleniyordu ama maalesef bunda başarılı olamadık.

Biz yıllar yıllı bir siyasi partide ilçe başkanlığı yaptık, o dönemlerde “Benim oğlum falanca sanat okulunun filanca bölümünü kazandı, bu bölümü değiştirebilirmiyiz.?” yada “Benim kızımı falan kurumda iş bulabilmek için bir kart alabilirmiyiz?” şeklindeki talepler dolayısı ile hayatımızın zindan olduğu dönemleri yaşadığımızı biliriz.

Bu tür kayırmalar bugünde var muhtemelen yarında olacak ancak düne bakıldığında kayırma oranlarının daha fazla olduğunu bundan da çok büyük bir kitlenin rahatsızlık duyduğunu biliyoruz.

Siyasetçi elbette ki elinde var olan gücü bırakmak istemiyor ancak yıllar yılı bizi ve bizim çevremizdeki insanları bir türlü mutlu edemeyen hatta derin acılar içerisinde bırakan “kasaba siyasetinin” artık bir işe yaramadığı bu yüzden de “siyasetsiz günlere merhaba” demenin artık bir mecburiyet olduğu gerçeği de var.

Avrupalı gibi yaşamayı isterken Ortadoğulu gibi düşünmeyi bırakmakta ancak “Siyasetin hayatımızdan çıkması “ile bizimle buluşacaktır.

Üst düzey hayat kapımızın arkasında bizi bekliyor…

Ancak içeride gerek reformları gerçekleştiremediğimiz için bir arpa boyu mesafe alamıyoruz.

“Siyasete Elveda, Standardı yükseltilmiş hayata Merhaba” demek için biraz daha fazla çaba bütün hayatımızı düzeltecektir.

Ömrümüzden her geçen gün biraz daha kaybettiğimiz günlerin bu kadar hızlandığı bir dönemde ve Musa Eroğlu’nun o muhteşem sesinden “Aşağıdan yukarıdan/Yolun sonu görünüyor” türküsünün her saat başı daha fazla anlam bulduğu anlarda “Standardı yükseltilmiş bir hayat” talebimizden daha önemli ne olabilir ki ?