Son bir kaç yıldır oluşturduğumuz ROTASIZLAR isimli seyehat grubu ile daha önceden organizasyonunu yaptığımız ziyaretler gerçekleştiriyoruz. Ömrünün nerede ise tamamını gazetecilik yaparak geçirmiş birisi olarak biz zaten sürekli hareket halindeyiz. Eskiden de çok fazla seyahat ediyorduk ancak iletişim araçlarının gösterdiği gelişim bizim seyahatleri daha fazla öne çıkarmış oldu.
Bununla beraber belki hep siyasetin içerisinde olduğumuzdan, belki de son 35 yılını hemen her gün gazeteye yazı yazarak geçiren bir yazar olduğumuzdan ve her iki sebep ile de sürekli halkın gözü önünde kaldığımızdan çevremizde var olan büyük bir çoğunluk bizi hep Süperman yetkisinde gördü.
Biz de muhtemelen çevremizden aldığımız gaz ile kendimizi belli zamanlarda bırakın Türkiye’yi, Dünyayı kurtaracak, dünyaya nizam verecek durumda konuşlandırdık.
Böylesi bir hengame içerisinde kafamızı bir sağa bir sola çevirdik ve farkına vardık ki ömür tükenmek üzere.
Bnudan en az 45 yıl önce yani henüz ergenlikten gençliğe geçtiğimiz dönemlerde, biraz dönemin şartları biraz da Ülkü Ocaklı olmanın verdiği güvenle bir anda dünyayı değiştirebileceğimize, yanımızdaki arkadaşlarımız ile beraber hareket edebildiğimiz takdirde bizleri daha güzel günlere götürecek bambaşka bir dünyanın var olduğuna inanıyorduk.
Yaşı bizim gibi yarım yüzyılı çoktan devirenler 12 Eylül 1980 öncesini ve sonrasındaki ihtilal günleri şartlarını çok iyi hatırlayacaklardır.
Ancak önümüzde rahmetli Alparslan Türkeş gibi bir lider olduğunu ve başımızın her sıkıştığında Başbuğ'un bizi bir şekilde var olan sıkıntılardan anında kurtarabileceğine olan inancımızdan, kendimize olan güvenin en üst noktalarına kadar gelmiştik.
İşte biz o zamanları Dünyayı kurtaracağımız günler olarak değerlendiriyorduk.
Siyasetin ve siyaset bağlı olarak ideolojinin tavan yaptığı dönemlerde bizim TURAN olarak bildiğimiz TÜRK BİRLİĞİ olarak da kabul edilen Dünya'da var olan bütün Türkleri bir araya getirme idealinin damarlarımızdaki kana kadar girdiği dönemlerden bahsediyoruz.
Biz bunları düşünürken 12 Eylül 1980 tarihinde 5'li cuntanın başı Kenan Evren “Demokrasinin askıya alındığını, normal seçime geçinceye kadar Türkiye’yi kendilerinin yöneteceğini, Türkiye’de sükunetin sağlanabilmesi adına da bir sağdan, bir soldan idamların yapılması gerekiyor" dediğinde artık hayatımızın bambaşka bir noktaya doğru gittiğini de üzülerek anlamaya başladık.
O ateşten günlerde biz yurt dışındaydık. Bir taraftan eğitim görmeye çalışırken bir taraftan da Türkiye’de olup bitenleri anlamaya çalışıyor ve var olan değişim dolayısı ile biz de ister istemez biraz hedef küçültüp “Dünyayı düzeltmek, dünyaya nizam vermek sanki biraz zor iş, en iyisi biz hedefi kendi memleketimize çevirelim ve Türkiye’yi kurtarabilmek adına bir şeyler yapabilirmiyiz ona bakalım” demeye başladık.
Böylesi bir noktaya geldiğimizde de mesele anında “Türkiye’yi kurtarmaya çalıştığımız günler” olmuş 1983 yılında ilk seçim yapılmış, 5'li cuntanın başı Kenan Evren amblemi horoz genel başkanı da emekli paşa Turgut Sunalp olan Milliyetçi Demokrasi Partisi'ni işaret ederek “Biz bu parti ile beraberiz siz ne yapacağınızı bilirsiniz" demesine rağmen Türk milleti her zamanki refleksi ile tam ters istikamette hareket ederek Turgut Özal’ın partisi ANAP’ı tek başına iktidara getirmişti.
Bu toz duman arasında Sovyet İmparatorluğu paramparça olmuş, perdenin arkasından 5 Türk devleti çıkarak bağısızlığını ilan etmiş, iki Almanya birleşmiş, Demir yumruk Mareşal Tito’nun üniter devlet yapısı sayesinde ayakta tutmaya çalıştığı Yugoslavya’da bir anda paramparça olunca, kocaman Yugoslavya’dan önce 6 sonra 9 devlet yeni dünyaya merhaba demişti.
Dünyada bu gelişmeler olurken 1989 yılında yapılan seçimde 12 Eylül 1980 ihtilali sonrası siyaset yapmaları yasaklanan Süleyman Demirel-Bülent Ecevit-Necmettin Erbakan-Alparslan Türkeş başta olmak üzere çok sayıda siyasetçi de yeniden partilerinin başına geçme imkanına kavuşmuştu.
1990’lı yıllarda biz hayalimiz olan TURAN idealinin tavan yapmasını beklerken içeride ve dışarıda meydana gelen siyasi gelişmeler dolayısı ile beraber olmaya ve bir arada tutmaya çalıştığımız Türk Cumhuriyetleri de bir bir elimizden kayıp kendilerine yeni partnerler bulmaya başlayınca, bizim için de son derece büyük hayal kırıklıkları oluşmaya başladı.
Hem Dünya hem Türkiye bu baş döndürücü hadiseler ile her gün bambaşka bir noktaya doğru savrulurken, bir baktık ki biz de 30’lu yaşların ilk yarısına kadar gelip dayanmışız.
Her ne kadar ideolojimizden, dünya görüşümüzden kesinlikle taviz vermesek de hayata geçirmeye çalıştığımız yapılara artık sahip olamadığımızı ve işlerin kontrolünün başka mecralara doğru gittiğini de iyiden iyiye fark eder duruma geldik.
Biz farkına varamadan yani koştuk mu, koşturulduk mu? sorusuna tam olarak cevap bulamadan, bir gün baktık ki daha dün 30 olan yaşımız bir anda 60'a dayanmış.
Saçlarımız dökülmüş, gözlerimiz daha az görmeye başlamış, 29 olan dişlerimizin pek çoğu bizimle vedalaşmış, son derece sağlam olduğunu düşündüğümüz vücudumuz daha fazla yorulmaya başlamış.
İşte bu süre siyasetçilerimiz tarafından daha çok acemilik, kalfalık, Ustalık diye sınıflandırılan aralıkların bizdeki yansıması olan Dünyayı kurtarmak, Türkiye’yi kurtarmak, en sonunda da kendimizi kurtarmak üçlemesi ile karşı karşıya geldiğimiz günlerdir.
Bu sebepler dolayısı ile biz son birkaç yıldır zaten yakasını bıraktığımız ve artık hayal bile olmayan Dünya'yı kurtarmak hevesinden sonra "Türkiye’yi kurtarmak" idealini de mecburen öteledik.
Şu sıralarda başından beri yapmamız gereken ama bir türlü fırsat bulamadığımız kendimizi kurtarmanın çarelerini aramakla meşgulüz.
Zaman içerisinde Dünya'yı kurtarmanın aslında sadece ve sadece önce kendimizi kurtarmak olduğunun farkına varınca, ilk işimiz yıllar yılı bizi koşturan, yoran bagajlarımızdan kurtulmak oldu.
Bizi yorduğunu düşündüklerimizle yolumuzu ayırdık, etrafımızı boşalttık, genel olarak mutlu yalnızlık olarak tarif edilen alana merhaba dedik ve yolumuza bu şekilde devam etme kararı aldık.
Belki biraz geç kaldık ancak son birkaç yıldır sağlığımıza, buna bağlı olarak da aldığımız gıdalara, hayat tarzımıza, insan ilişkilerine, hava durumuna, nerede hangi yemeği yiyeceğimize, rahat bir tatil için nerelere gideceğimize dikkat ediyor, en önemlisi de kendimize daha fazla zaman ayırmaya çalışıyoruz.
Ömrümüzün ne kadar kaldığını, ne zaman bu dünyaya veda edeceğimizi Allah bilir. Biz zaten Amentüye iman etmiş bir fani olarak bizi yaratana tam anlamı ile teslim olmuş birisiyiz. Dolayısı ile bize düşen ne kadar daha ömrümüz varsa kalan o süre zarfında ele ayağa düşmeden Allah’ın bize verdiği cana iyi bakmaktır.
Yapmaya çalıştığımız da sadece ve sadece kendimizi kurtarmaktır ve biz kendimizi kurtarmakta epey bir süre geç kalmış olsak da gün bu gündür ilkesi ile kendimizi kurtarma çalışmalarına devam edeceğiz.
Dostlarımıza da bizim gibi yapın tavsiyesinde bulunacağız.
Ne diyor Cemal Süreyya "Hayat çok kısa, Kuşlar uçuyor".
Dikkat!
Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.
Üye Girişi Üye Ol