“Anadolu Kahvesi” diye bilinen, ama resmî ismi “Namazgâh” olan bu durağa geldiğimizde büyük bir kalabalık beklerdi bizi. Piyalepaşa ve Mahmut Şevket Paşa mahallelerinin ortak durağıydı burası. Bir tanıdığa denk gelme ihtimalinin Şark Kahvesi’ne göre daha az, ama yine de yüksek olması nedeniyle; gözlerimizi dört açıp, pürdikkat, akşama babamızdan azar yeme olasılığını düşürmeye çalışırdık.
Ana caddenin sağ tarafı; grinin çeşitli tonlarından oluşan, birçoğu sıvasız ve doğal olarak boyasız, derme çatma, ikişer-üçer katlı binalara ev sahipliği yapıyordu. Caddenin sol tarafında, yani çevre yoluna bakan kısımda ise; bu tek renkli yoksul mahalleyi üzgün bakışlarla izleyen ve belki de bu nedenle, yani renk dengesi sağlayabilmek adına, alabildiğine yemyeşil bir park vardı. Kadını erkeği, yaşlısı genci, çoluk çocuk bu parka akın ederdi. Biz de çoğu hafta sonu annemizle birlikte ailecek buraya pikniğe gelirdik. Sepetimize ve pazar çantalarımıza yemeklerimizi doldurur, erkenden yer kapabilmek için hızlı adımlarla gelirdik parka. Çeşit çeşit seyyar satıcılar el arabalarıyla dolaşır; balon, oyuncak, simit, lahmacun, çekirdek gibi her yaşa ve park ortamına uygun şeyler satarlardı. Zaman geçmek bilmezdi…
Parkta çimleri ve ağaçları sulayan görevliyi hala hatırlarım. Sarı, uzun ve geniş ağızlı hortumuyla ağaçları tek tek sulardı. Susadığımızda gider, eğilerek hortumdan su içerdik. Sabahtan akşama kadar salıncakta sallanır, tahterevalli ve kaydıraktan inmezdik. Rengârenkti her şey. Acıkınca, ekmek arası “domates peynir zeytin” üçlemesi ve varsa ayranla karınlarımızı doyururduk. O kadar kalabalık olmasına rağmen, ilginçtir, hiç kavga olmazdı parkta. Yani, hiç hatırlamıyorum. Sadece annelerin çocuklarına, çocukların da birbirlerine olan bağırmaları var hafızamda sadece. Tam bir panayır alanıydı.
Bu park hala duruyor yerinde, hem de rengini hiç bozmadan. Şu sıralar daha çok yaşlı insanların, biraz nefes almak için kendilerini attıkları bir yer durumunda. Müstakil evlerini, iki üç daire karşılığında müteahhide vererek 8-10 katlı binalara çevirdikten sonra, ne tat kaldı evlerinde, ne de mahallede. Sabahtan akşama kadar banklarda oturup sohbet ediyor, çevreyolundan geçen arabalara bakıyorlar.
Kahvesi, yani Mahmut Şevket Paşa Mahallesi eskiden daha sakindi. Birbirlerini tanıyan, belli insanlar otururdu. Şimdi tam bir keşmekeş olmuş. Gökyüzünün kısmen göründüğü daracık sokaklarında yürürken, binaların kirli duvarlarına kargacık burgacık yazılmış siyasi sloganları okur; bir önceki yerel seçimlerinden kalma, yarısı yırtılmış ve üzeri muhtemelen karalanmış muhtar ve azalarının olduğu afişleri, belediye başkan adaylarının kolları göğüslerinde bağlanmış veya sol elinin işaret parmağıyla ileriyi gösterirken çekilmiş, zoraki gülümseyen yüzlerini görürsünüz.
Çok sevdiğim birçok akraba ve eş dostumun olduğu, kısa bir süre benim de ikamet ettiğim bu mahalleye, artık ya köy derneğimizin işleri için, ya da cenaze olduğunda gidiyorum. Azimet Abi’nin yıllarca işlettiği Park Lokantası’nda kuru-pilav yemek için bile gidilir aslında. Amcaoğlumu da alıp; bol kuru fasulye, yanına da pilav ve ayran. Çocukluğumda da aynı lezzet, şimdi de.
Otobüsümüz yolcuları alıp harekete geçerken, biz de Murat’la en arkadaki köşemizde kafamızı yavaş yavaş yukarı kaldırıp, kimselere görünmemenin verdiği mutlulukla Okmeydanı durağına, Halil Rıfat Paşa’ya doğru devam ediyorduk.