Son dönemlerde her gün biraz daha bölünen ve bölündükçe küçülen aileler yüzünden dede-nine gibi ailenin temel direkleri olan yaşlılarda yavaş yavaş hayatımızdan çekilmeye küskün dargın bir şekilde uzaklaşmaya başladılar.
Yaşlandıkça hayatımızdan çıkan, bizi terk eden büyüklerimiz bizi bırakıp giderken aslında beraber sevgiyi şefkati ve yardımlaşmayı da omuzlarına vurup bilinmeyen yerlere doğru yorgun argın bir o kadarda mutsuz bir şekilde karanlıklarda kaybolmaya başladılar.
Kimse nedendir bilinmez yaşlanmayı bir türlü kendisine konduramaz , Belki yeterince çocukluğunu yaşayamamaktan, Belki korkudan, Belki başka şeylerden, Yaşlandıkça insan yorulur, Artık eskisi gibi koşamamakta, ağırlık kaldıramamakta, iş yapamamaktadır.
Daha çok yakın bir zaman önce aileler çocuklarıyla birlikte kalabalık bir aile şeklinde yaşamaktaydı. Bize çekirdek aile modelini aşılayan Avrupa kendi insanına bunu yapmadı. Zaten yaşlı bir nüfusa sahipti, Avrupa hala çoğunca dede, büyükbaba, nine, büyükanne ilişkilerini kuvvetli olan aile bağları olarak yaşamlarını sürdüre gelmektedir
Gerek masallar gerek öyküler ve hikâye kitaplarında Heidi gibi küçük kızlar dedesinin Alplerdeki evine giderken, Bizde de dedeler yaşlı bakım evlerine gidiyordu ,Ne olduysa kısa bir süre önce; çeyrek asır olmuştur çekirdek aile denen bir modeli süratle bizde uygulamaya koydular.
Nasıl ki tek katlı bahçeli evlerimizi terk ettirip, bizi daha güzel bir yaşam alanı diye beton yığınlarından müteşekkil soğuk, modern, mezarlık gibi yalnız apartman dairelerine taşıdılarsa aynı şekilde ailelerimizi de bize yabancılaştırdılar.
Biz bu duruma Yıkımın ayak izlerinin başlangıcı” diyorduk. Toplumu yalnızlaştırma tekilleştirme ve bazı bize has duygularımızdan bizi uzaklaştırma operasyonunun adımlarından biri çekirdek aile. Şefkat, merhamet, mağfiret gibi hislerimiz köreltilmek isteniyor ve biz bunun farkına bile varamıyoruz, Dede torun ,nine torun ilişkileri, masallar, ninniler yok artık. Çıkıp gittiler hayatımızdan. Kültürümüzün bir parçası hırpalandı, örselendi derin bir yara aldı.
Nedense biz kendi yolumuzu, fikrimizi, düşüncemizi, iklimimizi, coğrafyamızı şekillendirmekten çok uzakta bırakılıyoruz. Yüzyılı aşkındır neredeyse, yürümemizi , yaşamamızı, yeme içmemizi ,giyinmemizi nefes almamızı bile Avrupalıları taklit ederek yapıyor hale getirildik. Padişahlar saraylarında Frenk icadı işlerle boş zaman geçirdi. Mustafa Kemal’den sonra gelenler de papağan gibi taklitten öteye gidemediler.
Kendi kültür, örf, adet, gelenek ,görenek, folklor, töre, inanç ,fikir yapımızı oluşturmak şöyle dursun düşünmedik bile. Bu işlere kafa yormak isteyenlerde saçma sapan küçük dünyalarını kurmaya kalktılar. Körler sağırlar birbirini ağırlardan öteye geçemedi. Bu küçük klikler; “sadece benim öğretilerim doğru, en keskin inançlı benim, yegâne Müslüman benim” saplantılı bir hastalığa tutuldu.
Küçük parçalarla biz ve ötekilere dönüştü iş, Ötekileştirme illeti bulaştı tüm cemaat ve cemiyetlere. Bizden mi onlardan mı..?sorusuyla ayrışmaya başladı insanlar. Yaşlılar yoktu başımızda. Bize deneyim ,birikim ,bilgi ve yaşanılmışları aktaramadılar.
Arif Nihat Asya içerisinde bulunduğumuz bu umutsuz durumu “Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu/ Ne olduysa hep bize azar, azar oldu” dizeleri ile açıklamak zorunda kalmıştı.
Ne oldu, nasıl oldu diyemeden saçma sapan altı boş kültürlerin elinde binlerce yıllık geçmişimizi, birikimimizi, inançlarımızı, kültürümüzü oyuncak ettiler, Bizde bu fırtınanın selin önünde duramadık. Bu yüzden toplumsal yapı çöküyor çatırdıyor gelen felaketin ayak seslerini bir devekuşu gibi kafamızı kuma sokarak anlamaya algılamaya çalışıyoruz.
Belki de bu doğru bir yaklaşım, Kafa toprağa dalınca sarsıntıyı daha iyi algılayıp tehlikenin uzaklık mesafesini tahmin etmeyi bize kazandırabilir, Oysa biz hemen yanımızdaki gözümüzün önündeki tehlikenin farkında bile değiliz, Körleşmiş ,körleştirilmiş, kör olmuşuz.
Çekirdek aile formülüyle insanlar yalnızlaştı, Sevgiden uzakta, ruhsuz, korkak, kendine güveni olmayan kreş çocukları oluştu. Tıpkı makinalarda üretilmiş civcivler gibi nereye gideceklerini ne yapacaklarını bilemez oldular. Oysa anne tavuğun yanındaki yavru civciv toprağı karıştırmayı, tehlikeden uzaklaşmayı bir çırpıda kavrıyor ne yapacağını biliyordu.
Yaşlılar hayatımızdan uzaklaştırıldı. Darülacezeler, yaşlı bakımevleri onların yaşam alanları oldu Onlarda yalnızlaştı. Yıllarca bakıp büyüttükleri çocukları adeta onlardan kaçıyorlardı. Ya eşleri istemiyordu, ya aileleri. Toplumsal yapı bundan daha büyük bir depremlerle sallanmıştı ama bu daha garip bir şeydi.
Yıllarca büyüttükleri, okuttukları, giymeyip giydirdikleri ,yemeyip yedirdikleri çocukları onlardan uzağa kaçıyorlardı. Karıları baba ve anne ile yakın olmak istemiyor, erkekleri büyükleri görmek istemiyordu. Çocuklara da bu aşılanıyordu. Masallarla ninnilerle büyüyen çocuklar birden bütün bu hassas kimliklerini atmış birer beton yığını olmuşlardı.
Yaşlılar kızmadılar, sustular, hüzünlendiler, acı acı gülümsediler, “siz mutlu olun biz sefalet içinde yaşarız” dediler. Bir baba oğluna üzüm bağları bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzümü çok görmüş oldu. Batının teknolojisi dura dura bize asla uymayan hayat nizamını alalı beri “Tek dişi kalmış Canavar” olan Medeniyet bize karşı tek bir mermi atmadan savaş kazanan muzaffer komutan gibi gülüp duruyor bize
Biz de gülüyoruz ağlanacak halimize…
Son Güncelleme: 24.03.2017 00:06
Dikkat!
Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.
Üye Girişi Üye Ol