Çocukluğum; hayatımın en güzel yılları. Zamanın en yavaş aktığı, her şeyin doya doya yaşandığı o masum günlerim. Gecekonduların iç içe olduğu yerde, Hasköy’de doğdum ve büyüdüm ben. O eski Türk filmlerine konu olan; duvarları çoğu zaman sıvasız, gerçekten de bir gecede hızlıca yapılıp oraya konmuş gibi derme çatma evler; yokluğun, yoksulluğun sadece gri tonlarından oluşan hüzün dolu resmi.
Börek yapardı annem. Üzeri gazete kâğıdıyla sarılmış alüminyum tepsi içindeki hamur börekle birlikte, yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki Hasköy’e, şu an Rahmi Koç Müzesi’nin bulunduğu Haliç kenarındaki fırına doğru yürürdük. Evimizin önündeki taş merdivenlerden inerek, Dereiçi’nden Kalaycıbahçe’ye, Çelebi Pastanesi’nin ve sağlı sollu bostanların olduğu yoldan ilerlerdik. Yürürken, açık sinemada hangi filmlerin olduğunu gösteren afişlere bakarak heyecanlanırdım. Hasköy’deki iki açık sinema vardı. Sigara dumanı altında, elimizde sade gazoz, yan yana dizilmiş tahta sandalyelerde izlerdik hep. Bir yerli, bir yabancı film olurdu. Kemal Sunal filmi geldiğinde havalara uçardık; Çöpçüler Kralı, Kapıcılar Kralı veya İnek Şaban… O haftaki muhabbet hep bunun üzerine olurdu, gülerdik.
Eskiden sanayi bölgesiydi Hasköy. Haliç’e paralel şekilde yapılaşmış izbe binalardaki torna tezgâhlarından kulağımıza ulaşan uğultunun ve kir pas içinde alın teri döken işçilerin çay molasında yola taşan küfürlü şakalarının lağım kokusu ile birleştiği gri semt. Vakit öğle olduğunda, bir hareketlilik başlardı sokaklarda. İşçilerin mutluluk mekânı Murat Lokantası’nda boş masa kapmak için koşuşturmaları. Hemen hemen her gün bu lokantaya giderdi emekçiler. Sadece kuru-pilav vardı geniş kazanlarda. Elimize demir tabldot tepsileri alıp, sıraya girerdik. Salaş masalarda dörde bölünmüş ekmeklerin olduğu sepetler, hastane koğuşlarında da gördüğümüz yuvarlak soluk cam sürahiler, hemen yanında dörderli biçimde konulmuş metal bardaklar ve sarı saman kâğıttan peçeteler. Hâlâ unutamam o kuru-pilavın tadını. O dönemi yaşayanlar, konusu açıldığında es geçmezdi sohbetinde Kurucu Murat’ı. Tadı hep damağımda kalmıştır benim de.
Annemle börek tepsisini fırına verip, akşama gelip almak üzere aynı yoldan dönerdik eve. Ne yün-iplik fabrikasını, ne de bir dönem tokyo terlik imalathanesi olarak kullanılan Sinyora Sinagogu’nu unutabilirim. Hemen yakınındaki çikolata fabrikasının çocuklar için ne ifade ettiğini ise söylemeye gerek yoktur sanırım. Masal gibi…
Ve bu masal farklı mekân ve oyuncularla sürekli dönüyor hayalimde.