Geçtiğimiz gün katıldığımız orta ölçekli bir dost toplantısında katılımcılar sıra ile geçmiş günlerini ballandıra ballandıra pehlivan tefrikası gibi anlatmaya başlayınca yanımızdakine "Yahu nereden düştük buraya. Göz ucu ile şöyle bir saydım 16 kişiyiz. Seni ve beni çık geriye 14 kişi kalıyor. Üçüncü kişi konuşmaya başladı. Aradan bir buçuk saat geçti. Biz buradan ancak gece yarısına doğru kurtulabiliriz ne yapsak da bir an önce arazi olsak" diye çare ararken, bakışlarını bize doğru yönelten konuşmacı "Değerli dostlarım şu an aramızda bulunan Yüksel Ercan benim kahramanımdır, idolümdür. Bu durumu da kendisinin ve sizin önünüzde açıklamaktan onur duyuyorum" dediğinde hemen yanımızdakine tekrar dönüp "Aceleye gerek yok görmüyor musun arkadaşlar güzel güzel konuşuyorlar, eve gidip de ne yapacağız" dedikten sonra konuşmacının bizimle ilgili anlattıklarına pek inanmamakla birlikte "Anlat kardeşim anlat yalan bile olsa güzel" anlayışı ile biraz daha geriye yaslandığımızı hatırlıyoruz.
Bizim jenerasyonun daha çok Kadir İnanır ve Türkan Şoray’ın birlikte oynadıkları “Selvi Boylum Al yazmalım” isimli sinema filminin yazarı olarak tanıdıkları ve Beyaz Gemi-Cemile başta olmak üzere çok sayıda eseri bulunan Şair yazar Cengiz Aytmatov “Aslında her insan bir romandır ve biraz kahramandır. Gün gelir anlar ki, harcadığı tek şey hayalleri değil zamanıdır” diyor, bu ifadeyi kullanırken de akıp giden zamanımızdan daha değerli hiçbir şey olmadığını da hemen herkese anlatmaya çalışıyor.
İnsan ömrünün belli biz zaman sonra aşağıdan yukarıya doğru değil de yukarıdan aşağıya doğru gitmeye yani sonlanmaya başladığı yıllarda maddi kazanımlardan çok kaybettiği yıllara acımaya başlaması da galiba bundan olsa gerek.
Çocukluktan gençlik yıllarımıza geçtiğimiz zamanlarda hayatın hep böyle kalacağını daha da açık bir ifade ile bütün günlerimizin yirmili yaşlarda kalarak devam edeceğini düşündüğümüzden dolayı o zamanlarda “su gibi akıp giden günlerimizin” hesabını yapmaya gerek bile duymuyoruz.
İşte o süreç muhtemelen Cengiz Aytmatov’un “ Her insan biraz Kahramandır” dediği zamanlara denk geliyor, Dikkat edin yirmili yaşlardan başlayıp otuzlu yaşların sonuna kadar geçen zaman içerisinde insan hayatı kendisinden çok başkaları için yaşamaya, kendisinden fedakarlık yapıp o güzelim yıllarını başkaları için yaşamayı nerede ise bir “hayat tarzı” olarak kabul ediyor.
Bizde kelimenin tam anlamı ile yirmili yaşların ikinci yarısından sonra “Kahramanlık” olarak kabul edilen dönemlere girdik, Daha çok siyaset yolu ile insanların hayatını kolaylaştırma gibi bir yol düşündüğümüzden zamanımızın çok büyük bir kısmını sorunları bizden önce başlayan ve dünya durdukça da bitmeyecek olan kişilerin sıkıntılarını çözmek için çırpındık durduk.
Otuzlu yaşlar, kırklı yaşlar hep kendimizden fedakarlık yaptığımız, hayatı başkaları için yaşadığımız zamanlar olarak geçti gitti, Sabahın erken saatlerinden itibaren başlayan “Sorun çözme maratonu” gecenin geç saatlerine kadar devam etti, cumartesi-Pazar-bayram-tatil dinlemeden sürüp gitti.
Son zamanlarda farkına vardık ki memleketin çok büyük bir kısmı kendileri ile ilgili kendilerinden sonra gelen çocukları ve torunları ile ilgili adeta mekik dokuyor, geriye kalan ve sayıları fazla olmayan ve kendisini “Kahraman” olarak konumlandıran bir “mutsuz azınlıkta” bitip tükenmeyen bu talepleri çözmek adına ömür tüketiyor.
Biz ve bizim gibiler sorun çözmek adına bir taraftan diğer tarafa koştururken çok az bir süre soluklanmak üzere bir tahta sandalyenin üzerine oturduğumuzda hiç geçmeyecek diye düşündüğümüz yıllarında bir su gibi hatta sudan daha hızlı bir şekilde geçip gittiğini ancak sorunlar ile boğuşan kitlelerin bırakın azaldığını her geçen gün artarak devam ettiğine şahit oluyoruz.
Böylesi bir noktada “Ah vah “ ederken karşımıza birden şu sıralar gittikçe çoğalan ve taraftar bulan “Mutlu yalnızlık” kavramı çıkıyor, o andan itibaren de “dünyanın malı mülkü sizin olsun beni yalnızlığımla baş başa bırakın” diyerek kendisini olması gereken asıl yerde buluyor.
İnsanın kendi kendisi ile baş başa kaldığı zamanlar aslında kendisini bulduğu, sırtında var olan ve yıllar yılı taşıdığı yüklerden de kurtulduğu zamanlar olsa gerek,
Gereksiz insanlar,
Gereksiz gıdalar,
gereksiz eşyalar
diye başlayan kalabalıklardan kurtulmaya başaran insan bir anda “Mutlu yalnızlık” dediği kapıdan içeriye giriyor.
Yalnızlığı seçen, “Ben artık sorun çözmekten, dert dinlemekten yoruldum” diye şikayet etmeye başlanıldığı an çevre anında “bu adam çok değişti, buna bir şeyler oldu” şeklinde yakıştırmaların da geldiği zamanlardır ve herkes belli bir yaş aralığından sonra “Değişti” denilen grup içerisine girmek zorunda kalıyor.
Son birkaç yıldır biz artık “Kahraman” olmaktan daha da önemlisi başkalarının sorununu çözmek için kendi hayatımızdan çalma geleneğini mecburen terk ederek “Mutlu yalnızlık” dediğimiz gruba dahil olduk,
Bizi yoran, sürekli sorun çıkartan günün yirmi dört saati şikayet eden kim varsa hayatımızdan tek tek çıkarmaya ve “Kendimizin Kahramanı” olma yolunda önemli mesafeler almaya başladık.
Dünün hesabını yapmak “şunu doğru yaptık bunu yanlış yaptık” şeklinde bir muhasebeye oturmak için çok geç kaldığımızı düşünüyoruz, Yapacağımız bu muhasebenin de ne bize nede yılardır bize sorun üretenlere bir faydasının olmayacağını da çok iyi bildiğimizden, bilgisine, birikimine , entelektüel kişiliğine güvendiğimiz birkaç kişi ile bundan sonra kalan hayatımıza devam etmek gibi son derece ciddi bir niyetimiz var.
Bir düşünür “Hiç kimse çıktığı yolda kendisi kalmaz, yol insanı başkalaştırır” şeklinde muhteşem bir ifade kullanıyor, işte bu ifadeden yola çıkarak bundan sonra ne kadar ömrümüz varsa sessiz, sedasız bir şekilde yürümeye bize göre doğru olduğunu düşündüğümüz şekilde devam edeceğiz.
Sadece ve sadece kendimizin kahramanı olarak..