Kendi kendimizi dinlemek adına bir köşeye çekilip geçmişin muhasebesini yapmaya çalıştığımız çoğu zaman işin içerisinden çıkamadığımız anlar olur.
Her ne kadar geçmişi anmanın, geçmiş günleri hatırlamanın insan için iyi anlar olduğu söylense de sıra dün bizimle olan ancak bugün hem bizi hem bu dünyayı terk edenlerin hatırlarımızı yokladıkları an geçmişi hatırlamanın hiç te iyi bir şey olmadığının farkına varıyoruz.
Bizi dünyaya getiren annemizin, çocuklarım daha iyi bir hayat sürsün diye sabah erken saatlerden gece yarılarına kadar çalışan babamızın, aynı anne babadan olan kardeşlerimizin de yıllar içerisinde bizi belli aralıklar ile terk etiğini de düşündüğümüzde içimizde asla geçmeyeceğini bildiğimiz yaraların olduğunu anlıyoruz.
Bundan belki 30 yıl önce belki 35 yıl önce sohbetinden çok büyük zevk aldığımız tambur çalan, şiir okuyan, şarkı söyleyen bizden de en az 30 yaş daha büyük olan bir Hacı abimiz vardı. Sürekli düşünceli, sürekli huzursuz, devamlı endişeli bir hayat süren Hacı abiye elinde tamburu;
Ben gamlı hazan sense bahar dinle de vazgeç,
Sen kendine kendin gibi taze bahar seç
şarkısını çalıp söylerken, "Yahu senin yüzünü hiç gülerken göremeyecek miyiz, nedir bu gamlı kasavetli halin, kendini mutsuz etmen bir şey değil orta yerde bizi de perişan ediyorsun" diye çıkışmıştık.
Bizim ki bu soru üzerine şarkıyı bitirip elindeki tamburu özenle bir kenara bıraktıktan sonra "Bak kardeşim hani yakmak için sobaya odun atarsın da, bir zaman sonra oduna bakarsın, odunun dışı simsiyah olmasına rağmen bazen elini yakmaz ama odunun içi kıpkırmızı ateştir, alevdir. İşte benin durumum da odunun içindeki ateş gibidir. Bu hayat beni öyle bir yakmış durumda ki dışım da bir sessizlik olmasına rağmen içim tam bir yangın yeri, yani ben yanmışım" diyerek sorumuza cevap vermiş oldu.
Bu muhabbetin geçtiği yıllar yukarıda da belirttiğimiz gibi henüz seksenli yılların ikinci yarısı, yani bizim kafamızdaki kavak yellerinin hiç yerinde durmadığı bir o tarafa bir bu tarafa estiği yıllar. Annemiz babamız sağ, kardeşlerimiz akrabalarımız yanımızda işimiz gücümüz yerinde.
Tabi böylesi bir durumda bizden 30 yaş büyük birsinin ben yanmışım şeklindeki şikayetlerini anlayabilmemiz de mümkün olmamıştı. Hacı abiyi çok sevmemize rağmen bu kadar karamsar oluşunu "Adam kafayı yemiş ne dediğini bilmiyor. Yanmak ne demek, yandım diyor ama vücudunun herhangi bir tarafında yanık izi yok" şeklinde yorumlamak zorunda kalmıştık.
Bir sabah çarşıdaki komşularımızdan "Gelsen iyi olur Hacı abi vefat etmiş, yalnız yaşıyormuş, 24 saattir haber alınmayınca karşı komşusu merak edip kapıyı çalmış. Cevap alamayınca endişelenip polise haber vermiş, polis de çilingir vasıtası ile kapıyı açınca Hacı abinin cansız bedenini bulmuşlar" dediğinde gözlerimizden akan yaşlara engel olamamıştık.
Bizim tanıdığımız zamanlarda Hacı abinin özel hayatı ile ilgili fazla bir bilgi alamamıştık. Bir kaç kez sormaya yeltenmiş ancak o andan itibaren Hacı abinin sohbeti başka yerlere çekip mevzuyu kapatmak istediğini anlayınca işin doğrusu bizde fazla üstelememiştik.
Hacı abinin cenazesini kaldırdıktan sonra kimi kimsesi yok mudur ? diye araştırırken bir amca oğlu olduğunu öğrendik.
Selam kelam faslından sonra Hacı abi ile ilgili soruları sorunca amcaoğlu bize, "Mutsuz bir evlilik yaptı, evlendikten 5 yıl sonra eşinden ayrıldı. Hanımı daha sonra bu bölgeden uzaklara gitti, başka bir evlilik yaptı. Evlilikten doğan iki çocuğu da o günden sonra babaları ile bir kez olsun görüşmediler. Bugün cenazeye bile gelmediler. Amcaoğlu bu yüzden kahır çekerek bir hayat yaşıyordu. Sizden başka da dostu arkadaşı sanıyorum yoktu. Hayatındaki olumsuzluklar yüzünden hep Cehennem hayatı yaşadığını söylerdi" dediğinde bize verdiği cevabı da o an anlamış olduk.
O zamandan sonra bu yanmak ifadesi hayatımızın her anında bizimle birlikte yürüdü. Mesleğimiz gazetecilik olunca insanları ve insanların yaşadığı hayatları daha bir derinlemesine incelemek gibi bir görev edindik.
Kimsenin konuşmaya tenezzül etmediği, pek çok insanın selam bile vermekten imtina ettiği yüzlerce, binlerce yaşadığı hayattan zevk almayan, kendisini dışlanmış hayatlardan hikayeler dinledik. Onların nasıl bir mutsuzlukla karşı karşıya kaldıklarını anlamaya çalıştık.
Dikkat ediyoruz, son yıllarda çevremize baktığımızda ben yandım diye feveran eden mutsuz insan sayısı olabildiğince çoğalıyor. Değişen hayata ayak uyduramayan, hayal etiği işi kuramayan, istediği evliliği yapamayan, siyasette, ticarette, eğitim hayatında başarılı olamayan milyonlarca insan ben yanmışım diyerek acılar içerisinde kıvranmaya devam ediyor.
Anladığımız o ki yaşadığımız bu hayat insanları mutsuz ediyor. Dünyaya bir şekilde gelmeyi başarabilmiş insanoğlu mutlu bir çocukluk dönemi geçiremiyor.
Daha çok ekonomik sebepler dolayısı ile başlayan aile içi şiddet evde yaşayan çocuğu büyüdüğünde ya toplumun başına bela bir fert olarak çıkartıyor ya da toplumdan tamamen dışlanmış kitlelere bir üye daha veriyor.
İnsanımızı mutlu edecek, genel manada yanmak şeklinde ifade edilen zorluklardan her ferdimizi kurtaracak, onları topluma faydalı bireyler haline getirecek programlar ne zaman hayata geçirilecek, işin doğrusu biz de bilmiyoruz ve umudumuz her geçen gün biraz daha azalıyor.
Allah katında ismi Eşref-i Mahlukat yani yaratılan canlıların en şereflisi olarak tanımlanan insanı yaşadığı zaman boyunca yanmaktan kurtaracak, bedenini de ruhunu da koruyacak, onu ve onunla birlikte yaşayanları mutlu kılacak bir dünya özlemi ile yanıp tutuşuyoruz.
Ancak her geçen gün mutsuz ve gelecekten umutsuz birey sayısının sürekli arttığını görünce de kendi kendimize hayıflanmaktan ve bu kadar mutsuz insanın bulunduğu ve sürekli biz yandık dedikleri bir dünyada bizim mutlu olmak gibi bir hakkımız var mıdır ? sorusunu da kendimize inanın her geçen gün biraz daha fazla soruyoruz.
Yanmak kötü bir olay. Hele hele insanın içinin yanması daha da kötü.
Temennimiz herkesi kül haline getiren bu yangınların bir anca söndürülmesi.