Akan trafik, daha çok yeşil alan

GÜNDEM

Akan trafik, daha çok yeşil alan



Yerel
seçime çok kısa bir zaman kala özellikle büyük şehirlerde yaşayan vatandaşlarımızın belediye başkanlarından özellikle istedikleri çalışmaların birisi daha fazla yeşil alan ve daha seri işleyebilecek bir trafik akışıdır.

Vatandaş son dönemlerde particilikten daha çok yaşadığı zaman zarfında hayatı kendisine kolaylaştıracak çalışmaları yapacak kişileri önemsiyor. Hele hele trafik gibi yediden yetmişe herkesi canından bezdiren bir sorunu çözecek, en azından çözüm önerileri sunacak siyasetçileri diğerlerine göre daha fazla önemsiyor.

Geçtiğimiz cumartesi günü bir yakınımızın saat 18.00’de yapılacak olan nikah cemiyetine katılmak için saat 15.00 civarlarında yani cemiyetin başlamasına 3 saat kala hane halkına "Hadi bakalım yola çıkıyoruz" dediğimizde "Daha nikaha 3 saat var. Gebze’den, Kadıköy bilemedin yarım saat 2,5 saat öncesinden yola çıkmanın ne alemi var ?" itirazları bir biri peşi sıra gelmeye başladı.

Biz bu itirazları savuşturmak adına "Siz bu İstanbul trafiğini bilmezsiniz. Hele hele cumartesi, pazar hiç bilmezsiniz. İyisi mi siz bu yılların tecrübesine kulak verin ki bir an önce yola çıkıp gitmek istediğimiz yere ulaşalım" dedikten ve arabaya binip yola düştükten tam 3 saat 15 dakika sonra yani saat 18.15 gibi cemiyetin yapıldığı salonun kapısına ulaşabildik.

Nikah merasimi bittikten ve "Madem İstanbul’a kadar geldik hiç değilse bir çay içelim de bu yedi tepeli kentin hatırını kırmayalım" dedik ve  gece saat 22.30 olduğunda bu kez Kadıköy’den, Gebze’ye olan yolculuğumuzu başlattık.

Kadıköy’den çıkıp Maltepe’ye gelinceye kadar tamamı tamamına 2 saat 15 dakika geçti. Bir türlü akmayan trafik yüzünden bitap düşmüş bir şekilde "Nasıl kurtulacağız bu cendereden ?" diye düşünürken, aşağı yukarı yolda bulunan bütün araç sürücülerinin yaptığını yaparak radyo kanallarını dolaşmaya başladık.

Bu arada yolun tek şeride düştüğü köprünün altına zor bela ulaşıp trafiği kesen görevliye "Ne oluyor burada trafik neden ilerlemiyor ?" diye sorduğumuzda görevli "Beyefendi hafta içerisinde İstanbul’da yapılacak bir etkinliğin tabelalarını köprüye asıyoruz. Tabelayı kaynakla tutturmaya  çalışıyoruz ki düşmesin bu yüzden kaynaktan çıkan ateş aşağıdan geçen araçların üzerine düşmesin diye burada trafiği tek şeride indirdik, yoğunluk bu yüzden" dedi.

Görevli ile tartışmanın bir fayda getirmeyeceğini düşünüp radyo kanallarını dolaşırken, birden bire uzun yıllardır severek dinlediğimiz Candan Erçetin’in sesinden;

Bu şehir insana tuzak kuruyor 
Bu şehir insanı uzak kılıyor 
Bu şehir insanı hayli yoruyor 
Bu şehir insanı hep kandırıyor

şarkısını duyunca "Ancak bu kadar olur. Yaşadığımız anın sıkıntısı bundan daha güzel bir şekilde ifade edilemezdi" diye konuşmaya başladık.

İşin latifesi bir tarafa artık şehirler özellikle de Büyükşehirler hepimizi çok feci bir şekilde yoruyor. Şehir merkezlerinde var olan trafik akışı bir tarafa, her gün birbiri ardına dikilen çok katlı binaların hayatımızın her alanına getirdiği zorluk şehirlerde artık adım atmayı imkansız hale getiriyor.

Ertesi sabah erken saatlerde işe gitmek için evden çıktığımızda, biraz ileride yere serdiği bir serginin üzerinde oturmuş yazdan kalma bir gün denilecek şekilde kendisini biraz gösteren güneşin sıcaklığından faydalanmaya çalışan bir yaşlı teyzenin kendi kendine mırıldandığına şahit olduk.

Gazeteci merakı ile "Teyzeciğim günaydın. Saat sabahın yedisi, bu saatte herkes uyuyor. Senin de uyuman lazım. Sabah sabah uykun mu kaçtı da sokağın başına oturmuş kendi kendine konuşuyorsun ?" diye sorduğumuzda nasıl bir toplumsal değişime uğradığımızı da teyzenin ağzından öğrenmiş olduk.

Teyze bize "Evladım biz Sivaslıyız. Köyümüzde 40-50 hane yaşıyorduk. Çocuklarım bu şehire geldiler, eşim öldü. Ben de köyümüzde yalnız kalınca çocuklarım; anne senin burada yalnız kalmana gönlümüz razı olmuyor. Gel sen de bizimle yaşa’ dediler çaresiz geldim. Bir aydır buradayım, çocuklarım bana çok iyi davranıyor ama evimiz on ikinci katta. Komşuluk yok, kimse ile sohbet edemiyorum. Ben köyümüzde sabah erken saatlerde uyanır işimi bitirirdim. Senin erken dediğin şu saatlerde ben işimi bitirmiş, köydeki komşularım ile güzel güzel sohbet etmeye başlamıştım. Köyümü, komşularımı, koyunlarımı, kuzularımı çok özlüyorum. Burada çok mutsuzum, keşke köyüme geri dönme imkanım olsa" dediğinde tek yaptığımız iş teyzenin yanından yavaş yavaş uzaklaşmak oldu.

Yaşlı teyzemizin anlattıkları içimize kurşun gibi oturmuşken aklımıza 1980’li yılların ikinci yarısında şair Ali Akbaş’ın “Türkümü unutturdum” şeklinde başlayan şiiri geldi. İlmek ilmek işlenen o şiirde köyden kente yavaş yavaş başlayan göç ile ilgili ve göç sırasında değişeceğini düşündüğümüz toplumsal değerlerin muhakemesini yapmaya çalıştığımız zamanları hatırladık.

Şair'in; 

Türkümü unutturdun
Beni böyle eve, köye koymazlar.

diye başlayan şiirinde anlatılmak istenilen sıkıntılar 1990’lı yılların başından itibaren köylerimizden kentlere doğru başlayan ve bir türlü durdurulamayan aşırı göçün yarattığı travmaların neticeleri, bugün var olan bütün sosyologlar tarafından neticelendirilmeye çalışıldı ise de bundan pek başarılı olunduğu kesinlikle söylenemez.

Köyden kente göç denildiğinde akıllara İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır ve bu dört yerleşim merkezinin kenarındaki yerleşim merkezleri geliyor. Anadolu’daki yerleşim merkezlerin birdenbire başlayıp başta büyük şehirler olmak üzere daha çok sanayi kuruluşlarının bulunduğu yerleşim merkezlerine doğru başlayan akın, Türkiye’nin demografik yapısını da bir anda değiştirmiş oldu.

Kendilerinden önce 4-5 neslin yaşadığı köyünden çıkıp hiç bilmediği kalabalık kentlerin kenar semtlerine yerleşmek zorunda kalan, en başlarda elektriği, suyu, tuvaleti olmayan ve daha çok varoş olarak adlandırılan semtlere yerleşmek zorunda kalan insanımız çok büyük sıkıntılar ve o sıkıntılara bağlı olarak travmalar ile baş başa bırakıldı.

İçerisinde bulunduğumuz günlerde Türk nüfusunun çok büyük bir kısmı şehirlerde yaşıyor. Her geçen gün büyük şehirlerin nüfusu olabildiğince fazla bir şekilde artarken bırakın köyleri Anadolu’daki şehirlerde büyük oranda boşalıyor. Şehirlerin nüfuslarındaki azalmalar herkesi hayretler içerisinde bırakıyor.

Başlayan ve bir türlü bitmeyen aşırı göç dolayısı ve plansız yerleşmeler neticesinde şehirlerde komşuluk bitti. Kimse kimseyi tanımıyor, herkes birbirine yabancı. Sevgi yok, muhabbet yok. Bayramlarda bile şehirler tatil için boşaltıldığından kimsenin yan komşusunun kapısını çaldığı da maalesef yok.

35 yıl sonra geldiğimiz nokta Şair Ali Akbaş’ın;
 
Türkümü unutturdun
Beni böyle eve köye koymazlar.

şeklindeki mısralarında, yozlaşan ve kendine yabancılaşan nesle sitem ettiği nokta imiş. Ali Akbaş'ın bu şiiri kapalı kültür sistemi olan köyden, daha genişletelim tarım toplumundan, sanayileşmeye geçiş hevesine ait, kültür değişmelerini işaretliyormuş ve işaret edilen o noktaların tamamını da şu an artık "Bu şehir insanı hayli yoruyor" dizelerinde her geçen gün daha bir fazla işleniyor.

Şehir planlaması ile ilgili katıldığımız bir toplantıda dünyada meşhur bir mimar "Arkadaşlar şehirler mutsuz, dolayısı ile insanlar da mutsuz. Mutsuz şehirlerde mutlu insan olmaz. Biz güzelim şehirlerimizi sadece ve sadece rant uğruna kendimizi içerisine hapsettiğimiz cezaevleri haline getirdik. Kendimize ait aracımızla sabahları şehirden çıkamıyoruz.  Akşam saatlerinde de sabah ayrıldığımız şehire geri dönemiyoruz. Bu kadar cinayet, bu kadar kavga, bu kadar tartışmanın tek sebebi mutsuz şehirlerin her gün biraz daha çoğalmasıdır" diye konuşmuş ve büyük bir alkış tufanı kopmuştu.

Peki bu olumsuzluğu olumlu bir tarafa çevirme imkanı var mıdır ? Konu ile ilgilenenlere göre maalesef yok. Zira okuduğumuz kaynaklar 2050 yılında yani bundan 33 yıl sonra dünya nüfusunun yüzde 80’lik bölümü köyünü, kasabasını terk edip büyük şehirlerde yaşayacaklarmış.

Mutsuz şehirler önde o şehirlerin mutsuz ettiği insanlar koşar adım geliyor. Aklı olan kaçıp canını kurtarsın.

Yorum yapabilmek için lütfen sitemizden üye girişi yapınız!
Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.