Son dönemlerde hayatımızın hemen her noktasında karşı karşıya kaldığımız ahlaki erozyon toplumun bütün katmanlarını ister istemez endişeye sevk eder oldu.

Günün erken saatlerinden gece yarılarına kadar karşılaştığımız ve bizi şoke eden hadiseler karşısında herkes "Ne oluyoruz? sorusunu daha fazla sormaya başladı.

Karşı karşıya kaldığımız bu sorunu bugüne bağlamak elbette ki doğru bir yaklaşım olmaz, yıllar yılı biraz ötelediğimiz halının altına süpürdüğümüz bu sıkıntı önceleri küçük bir kartopu halinde iken bugün hepimizi altına almaya çalışan büyük bir çığ haline geldi.

Bildik hikâyedir, Ateş-Su ve Ahlak birbirlerini kaybettikleri bir zamanda nasıl bulunabileceklerini diğerlerine anlatmaya çalışırlar.

Ateş “Eğer beni kaybederseniz sürekli gökyüzüne doğru bakmanız lazım, gökyüzünün bir tarafında mutlaka ateşimden çıkan dumanı görebilir ve beni bulabilirsiniz” der.

Su ise yanındakilere “Eğer bir gün beni de kaybederseniz, sesleri takip edin, su sesini zaten biliyorsunuz, kulak kabartır ve belli bir yöne doğru hareket ederseniz eninde sonunda ve mutlaka beni bulabilirsiniz” şeklinde öğüt verir.

Ateş ve Su’yu büyük bir dikkatle dinleyen Ahlak bir müddet düşündükten sonra “Arkadaşlar benim adım ahlak ben size benzemem benden size öğüt sakın beni kaybetmeyin eğer beni bir gün kaybederseniz bir daha kesinlikle bulamazsınız” diyerek tarihi bir tanımlama yapar.

Son dönemlerde çevremize baktığımızda, hemen her tür medya kuruluşlarını incelediğimizde ahlak denilen olgunun nerede ise tamamen kaybedildiğini daha da kötüsü kaybolduğunu düşündüğümüz

Ahlakı bulmak adına hiç kimsenin en ufak bir çaba göstermediğini üzülerek müşahede ediyoruz.

Çocuk tecavüzleri,

Hayvan tecavüzleri,

ticaretteki ahlaksızlıklar,

birbirlerini dost olarak gören kişilerin arasındaki akıl almaz dolandırıcılıklar,

üç kişi bir arada konuşurken birisinin o bölgeden ayrıldığında kalan diğer iki kişinin giden hakkında sarf ettikleri akıl almaz iftiralar artık hayatın bir parçası gibi oldu.

Trafikte hiçbir sürücü diğerinin hakkına hukukuna riayet etmiyor,

en ufak bir yol verme ya da vermeme hadisesi anında büyük çaplı kavgaya dönüşüyor,

bir bakıyorsunuz kaza sonrası araçtan inen bir sürücü eşinin çocuklarının gözü önünde diğer araçlardan inen onlarca kişi tarafından acımasızca saldırıya uğruyor,

kıyametler kopuyor.

Temel besin gıdamız olan eti artık nereden alacağımızı iyiden iyiye şaşırmış durumdayız,

“Temizdir” diye aldığımız etin at etimi, eşek etimi, domuz etimi olup olmadığı ile ilgili hiç kimsenin en ufak bir bilgisi yok, Vatandaş inandığı, güvendiği kasaplardan aldığı ete güveniyor ancak bir bakıyorsunuz en güvenilir kasap bile biraz daha fazla kazanç uğruna olmadık pislikleri yapıyor.

Alışveriş merkezlerinden aldığımız gıdalar ise başka bir muamma, son dönemlerde gıdaların son kullanma tarihine hiç bakmadığımız kadar dikkatli bakmak durumunda kalıyoruz, yemekler ile birlikte tüketmeye çalıştığımız sebze ve meyvelerin arasından hormonsuz ya da GDO’suz bir ürün bulmak ise artık nerede ise mümkün değil.

Bu verdiğimiz örneklere onlarca-yüzlerce binlerce kötü hadise eklemek mümkün, işin kötü tarafı bu kadar ahlaksızlığın bulunduğu bir memlekette hepimiz söze başlarken “Hamdolsun nüfusumuzun yüzde doksan dokuzu Müslüman” demeyi bir an bile geri durmuyoruz ya bizde ona yanıyoruz.


İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif Ersoy belli bir süre yurt dışında yaşadıktan sonra yurda döndüğünde kendisine sorulan bir soruya verdiği cevap aslında her şeyimizi özetliyordu,

Merhum Mehmet Akif Ersoy ”onların bir iş hayatı var, bizim dinimiz gibi, bir dini hayatları var bizim iş hayatımız gibi…”

Yaşadığımız felaketler sonucunda meydana gelen olaylara baktığımızda şu soruyu cevaplamak da zorlanıyoruz,

felaket Müslüman Türk toplumunu karnından vurmadı, aslında kalbinden de vurdu, 1999 depreminde ve daha sonraki yıllarda doğal afetler sırasında sadece yoksullar değil, lüks arabasını kenara çekerek dağıtılan yardımlardan, yağmalanan mallardan hisse kapmak için insanlık dışı davranışları sergileyenleri gördük…


Merhametsiz ve empati yoksunu, çıkarları için kişilik değişimine ayak uyduran insanlardan utanmamak mümkün mü?

Doğal afetlerde daha acı olanı da yağma olayları karşısında bırakın fakir fukara nasiplensin, nasılsa sigorta şirketleri var diyerek ahlak dışı eylemlere onay verilmesi ne kadar acı değil mi?

Şu söz meşhur bir ilahiyatçı profesöre ait 'YOLSUZLUK, HIRSIZLIK DEĞİLDİR, ÇALIYORLAR AMA ÇALIŞIYORLAR...' Ahlak yapımızı bu iki cümleden daha vahim özetleyecek başka söz var mı?

İki yüz sene önce batı ahlaken örnek aldığı Osmanlı ve İslam milletleri, son yüz yılda ahlaken çöktü…
Orta çağ Avrupa’sı kötü ahlakın, çirkin neticeleri görüp atalarımızı örnek alarak Rönesans ve reformla birlikte, kendi iş ahlakını ve Ticaret hayatı ahlakını geliştirdi…
Protestan ahlaki böylece oluştu…
Bu ahlak aynı zamanda kapitalizme kültürel kaynaklık yaptı…


Peki, Avrupa bizim geçmişimizi örnek alırken biz ne yaptık?

Batının çağlar ötesi ahlaksızlığına talip olduk,

Kendi değerlerimizi küçümsedik, hatta bu değerlere sahip çıkmak isteyenleri aşağıladık,

Osmanlı uleması ve medrese dini bir kibirle okullara ve aynı zamanda fen ilimlerine sırtını döndü,

fen bilimlerinin okutulmaması için referandum yapıldı, sonuçta fizik, kimya, biyoloji gibi alanlarda eğitim yapmak medreselerde yasaklandı…

Ahlaki erozyonun yaşanmasında en büyük pay “yalan” kavramınındır, ahlaki yozlaşmanın neticesini bu gün millet olarak görüyoruz, halbuki kurumsal olarak dürüstlüğe dayanan çok güzel bir dininin mensuplarıyız, yalan geçici başarı sağlayabilir ama dürüstlük kalıcı başarı sağlar,

Yalancı belki günü kurtarır, dürüst yaşam geleceği kurtarır, Ahlaken dürüst olmak, çıkarcı olmaktan çok daha erdemli bir davranış olduğunu biliyoruz, erdemli olmak, ahlaklı olmak maddi bakımından zengin olmaktan çok daha değerlidir.

Son yıllarda bir başka hastalığımızda daha peyda oldu,

Nemelazımcılık,

Şahsi çıkarcılık,

Kişisel menfaatçiler,

bunların tamamı hırsızlığın bir başka türüdür…


Toplum hayatımız ve aile hayatımız son yıllarda ahlaki değerlerimizden uzaklaştırılmıştır,

Ahlaki olmayan söz ve eylemler her hangi bir tepki ile karşılaşmıyor, Adeta çok büyük meziyet olarak görülüyor,

Yalan söylemek, ahlak dışı davranışlarda bulunmak sanki ödüllendiriliyor,

Dürüstlük bizde meziyet oldu, Halk arasında “NE DÜRÜST ADAM” diyoruz,

 Halbuki dürüstlük en kıymetli ahlaki kural olmalıdır,

Özellikle yönetici konumunda olanların tamamı dürüst ve ahlaklı olmak zorundadır…

Ahlaklı olmanın, iyi ve güzel olmanın pasaportu yoktur.

Bu değerler bizde rağbet bulmazsa ki bulmuyor, itibar gördüğü yere göç ederler ve oralarda yaşarlar. İslamiyet’in temeli ahlaktı, Müslümanlık ahlak üzerine inşa edilmiştir.

Hem “Müslümanız” diyeceğiz hem de her türlü ahlaksızlığa göz yumacağız ya da şahsi menfaatimiz için ahlaksızlık yapanları görmemezlikten geleceğiz.

Bu hastalıklı bir ruh halidir.

Tedaviyi gerektirir.

Derhal fert ya da toplum olarak bu tür gayri ahlaki davranışlardan uzaklaşmalıyız.

Eğer ahlaki değerlerimizin yozlaşmasına seyirci kalır isek, hepimizin geleceği felaket olur…

Ahlaki yozlaşmanın reçetesi bellidir, "Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti ile" sosyal hayatımızı düzenlediğimizde ahlaki yozlaşmanın önünü kesmiş oluruz…


Aksi takdirde ahlaki erozyon habis bir ur gibi bütün vücudumuzu kaplayıp bizi perişan edecek.